28 Ağustos 2011 Pazar

Gidilecek Yerler No: 5




Yer: The Star Cafe
Adres: 22 Great Chapel Street, Soho London, W1F 8FR
Neden Gidilecek?: Soho tabir edilen bölgedeki en eski ve kahvaltısı en güzel yerlerden biri diye rivayet edilir. Yer güzel, fiyatlar da uygun gibi. 






Gidilecek Yerler No: 4



Yer: Skoob Books
Adres: 66 Brunswick off Marchmont St. London WC1N 1AE
Neden Gidilecek?: Kelime oyunlu ismiyle, ikinci el ve antika kitapta boyut atlamış bir kitapçı. Ne ararsan bulursun tadında bir yer. Pek hoş, pek güzel.



15 Ağustos 2011 Pazartesi

Gidilecek Yerler No 3:


Yer: The Sherlock Holmes Museum
Adres: 221b Baker Street London NW1 6XE
Neden Gidilecek?: 221b Baker St., Sir Arthur Conan Doyle'un en ünlü Sherlock Holmes hikayelerini yazdığı adres ve içerde orijinal SH eşyalarından, kitaplara, hediyelik objelere kadar birçok şey var. http://www.sherlock-holmes.co.uk/ adresindeki quizi tamamen doğru çözenlere de müzede harcamak üzere 10 dolar hediye çeki veriliyormuş.


Gidilecek Yerler No 2:


Yer: The Rose and Crown
Adres: 14 North Parade Avenue Oxford OX2 6LX
Neden Gidilecek?: Thom Yorke'un Karma Police dahil kimi şarkılarını yazarken bu küçük Oxford mekanının barında oturduğu, çevreye bakındığı, oradaki kalabalığı ve gürültüyü tasvir ettiği rivayet edilir. Bir gidip bakmaya değer diye düşünüyorum.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Önümüzdeki Üç Yazı Planladım!

2012 yazında şu iğrenç yılı geçirip, sınav mınav ne varsa bitirdikten sonra Sziget, 2014’te içinde Finlandiya ayağı barındırmak şartıyla Interrail diye düşünüyorum. 2013’te ise bir ay kadar İngiltere olacak gibi. Ama çok saçma bir insan olduğumdan şimdiden durup durup oranın pek bilinmeyen gidilebilir güzel yerleri öğrendim ve yine iş yokluğundan birer birer paylaşmaya karar verdim. Hatta resmen başlıyorum.


Gidilecek Yerler No1:
Yer: The Jericho Tavern
Adres: 56 Walton Street, Jericho, Oxford, OX2 6AE
Neden Gidilecek?: Yıllardan 80’lerin sonu, 90’ları başında bir zaman, yenilerde güzide şehir Oxford’da toplanmış olan Radiohead Amcalar ilk kez burada sahne almışlar. Bir nevi başlangıç noktası, o sebepten önemli bence. Oralet fiyatları da uygun gibi, ben her tür giderim hacı.



MODERN ZAMANLARDA EDEBİYAT

Geçtiğimiz aylarda bir yarışma için yazmıştım bu denemeyi. Sonuç güzel gelmişti, yayınlayayım:  

Edebiyatı -daha genel anlamıyla sanatı- bireylerin -dolayısıyla toplumların- derdini anlatabilmek, bir yandan da entelektüel hazlara varabilmek için gerçekleştirdiği en köklü ve en anlamlı çabalardan biri olarak tanırız. İnsanlığın ilk adımlarını attığı dönemlerde estetik kaygıdan yoksun ve aslında “zanaat” kavramına daha yakın olan sanat, insanın varoluşuyla birlikte gelişmeye ve büyümeye başlamıştır.
Yazı bulunmazdan önce edebiyat yapmaya, boya bilinmezden önce resim çizmeye meyleden, aklı-fikri avlayacağı dinozorda, yiyeceği bizonda olan büyük-büyük-büyük- çok büyük dedelerimiz ve klanlarına sağlıklı bireyler yetiştirmeye çabalayan büyük-büyük-büyük en büyük ninelerimizin mağara duvarlarına karaladığı figürlerin asıl amacının, genç nesle (büyük-büyük-büyük daha küçük dedelerimize) nasıl avlanılacağını öğretmek, suya giden en güvenli yolu anlatmak gibi faydalı şeyler olduğu gerçeğini kabul ediyorum... Biraz daha ileri gittiğimizde (yazı hala yok ortada), insanların görüp korktukları hayvanları, yendikleri düşmanları, kavgalarını, savaşlarını, akıllarınca kutsal varsaydıkları, tanrısallaştırdıkları doğa olaylarını, havsalalarının almadığı her şeyi destanlaştırdığını, böylece dilden dile dolaşan sözlü edebiyatı başlattığını görüyoruz. Bunlar sanat olarak kabul edilmekten hayli uzak olsa da bugün  bildiğimiz anlamıyla sanatın kökleri sayılabilir.
Sanat, çoğu tanıma göre,  “güzel” olanı bulma çabasındadır. Güzel, anlatılması ve anlaşılması neredeyse imkânsız bir kavram olduğundan, sanatın, sanat eserinin anlatılması ve anlaşılması da zordur. Birçok soyut kavram görelidir; fakat gösterilemez değildir. Büyük olanı “Bu kadar” diye göstermek mümkün; ama güzel olanı kolayca gösterebileceğimizi sanmıyorum. Büyüklük  olgusunu  anlatabilmek  için aracı bir duyguya ihtiyaç yoktur; fakat güzel  -güzel olanı göstermenin zorluğu burada- duygularla alakalıdır, hatta  güzel  (veya  ufkumuzu biraz daha açarsak çirkin) baştanbaşa bir duygulanımdır.  Bu yüzden,  doğanın   kaba taklidi  olarak   başlayan sanat, yıllar-asırlar geçtikçe, akla geleni, hoşa gideni ya da gitmeyeni olduğu gibi anlatmak veya göstermektense imgelere, benzetmelere başvurmuş,  bu şekilde kendine  serbestlik alanı yaratmıştır.
Yazarın hayal gücü ve kalemiyle başbaşa kalarak eserini yarattığı, sınırları alabildiğine genişmiş  izlenimi uyandıran edebiyat, bu serbestlikten nasibini en az ve en geç alan sanat dalıdır belki… Edebiyat, oldum olası kendine ciddi sorumluluklar yüklemiş, tam da bundan ötürü dönem dönem kendini kalıplara sıkıştırmak zorunda kalmıştır. Bu sıkışmışlığın nedenini bilmez değilim, bilirim ki dil (kültürle birlikte), toplumların en büyük ortak değeridir. Bu değerin sorumluluğu, dili ustaca ve bilinçli kullanması gerekene, yani yazara verilmiştir. Plastik sanatların soyut ve su katılmamış sanatsal dilinin yanında edebiyat, kendi soyutluğuna, sanatsallığına, herkesin olan dil yoluyla ulaşma çabasındadır. Bu sorumluluğu yüklenmiş yazarın özgürlük alanıysa, ressamınkine veya müzisyeninkine göre daha dar veya genişletilmesi daha zor bir vaziyettedir.
Ne yazık ki yazarın özgürlük alanını kısıtlayan tek şey bu ulvi sorumluluk değil.  Yazar yazmaya başladığı, yazdığını ilan ettiği an siyasal erk, toplum kuralları, ahlaki değerler gibi irili ufaklı sansür odaklarıyla kuşatılır. Gerçek sanatçı sansüre pabuç bırakmaz (diyelim!), bildiği-istediği gibi yazar… Ama hedef kitleye ulaşmak için eserini basacak-yayacak kuruluşlara ihtiyacı vardır… Özgün eserini yaratmış sanatçının, eserini kitlelere  ulaştırabilmek için, karikatür diliyle konuşmak gerekirse birtakım paralı ve ağzı purolu beylerin önünde ceket iliklemek zorunda olması acınılası bir durum... Eserlerin, taş tabletlere kazınarak veya elle çoğaltıldığı  dönemden değil, birkaç on yıl öncesinden, biraz da bugünden bahsediyoruz… Biraz diyorum; çünkü günümüz yazarı, yazdıklarını hazır, toplaşmış bekleyen bir kitleye zorlanmadan sunabilme olanağına sahip. Sosyal ağlarda veya kendi sayfalarında sayıları ve icraatları  giderek artan internet edebiyatçılarını, pek sevgili edebiyat otoriteleri tarafından ciddiye alınmasalar ve bir süre daha alınmayacak olsalar da, çoğu tekelleşmiş ve gitgide kapalı bir camia haline gelen basılı edebiyat neferlerinden  daha sempatik buluyorum...
Şöyle bir düşünce çok mu iddialı olur acaba: Matbaanın yaygınlaşmasıyla okur olma ayrıcalığı, seçkin azınlığın tekelinden kurtulup halka ulaşmıştı. Şimdiyse internetin yaygınlaşmasıyla, yazarlık  elit kesimin tekelinden çıkıp, ‘avam’ın da yapabilirlik alanına girdi. Açıkçası evinde oturup, sanal arkadaşlarıyla ‘sanatını’, evet sanatını, paylaşanlara yazar demekte  beis görmüyorum; çünkü neyin sanat olduğuyla ilgili bir kıstasın da bu kıstası belirleyebilecek bir merciin de varlığına inanmıyorum. Sanatı böylesine basite indirgemek ve ‘sanatçının’ onca yaratma sancısı sonucu ortaya koyduğu eserle, sıradan bir faninin aklına geleni karalayıp-yayınlayıverdiklerini bir tutma düşüncesi biraz tepki çekebilir. Tabii, istisnai örnekler olsa da –bir yazarımızın internette okurlarıyla birlikte roman yazdığını anımsıyorum örneğin- bu denli radikal bir değişime yılların kâğıtlı kalemli aydınlarının birdenbire kucak açmasını ve damdan düşer gibi internet çağına ayak uydurmasını beklemenin pek akılcı olmadığını söylemeliyim.
Genç; ama eskiye bağlılık açısından dinozor dimağlı biri olarak diyorum ki: Kitap kokusu önemlidir, kitabı biriktirmek, yanında taşımak, ona dokunmak, evet bunlar önemlidir. Ama özgün eserlerin öyle veya böyle artması, bir şekilde daha çok kişinin yazabilmesi-okuyabilmesi en basit anlamıyla iyidir... Sanat, avam tabakanın ellerine ve onların vasat eserlerine kaldı diye,  seçkin eserler değer kaybetmeyecektir. Daha fazla okuma fırsatı bulan okur, belki de seçicileşecek ve zaman içinde bugünkünden  daha bilinçli bir okur topluluğu oluşacaktır.  Çok sayıda yayınevinin batmanın eşiğine geldiği bir dönemde, internetin nimetlerinden edebiyat alanında yararlanmaya sırt çevirmek ve yersiz bir idealizme sürüklenmek her şeyden önce gereksizdir. Eski toprağın endişeleriyse anlaşılırdır; fakat aşılamaz değildir.
Sanat gibi evrensel bir değeri bir zümreye mal etmeyi, alanını kısıtlamayı, yönetmeye, tekelleştirmeye çalışmayı doğru bulmuyorum. Ne yazık ki sanat, çağlar boyu hep böyle konumlanmış. Ancak internet çağı ve çağın temsilcileri, bu anlayışı yıkabilme koşullarına sahip...
Bir zamanlar, kişilerin ne okuduğuyla değerlendirildiği dönemlerde, elindeki kitap,  dünya görüşünün sinyallerini verir(miş)di. “–miş” diyorum, çünkü milenyuma az kala doğmuş biri olarak, insanların elinde bestseller kitaplar görmeye alışkınım ben… Popüler kitaplardan daha okunulası olanlar 1000 satabilmenin telaşındayken, sabun köpüğü tadında kitaplar yok satıyor ve ticaretin gereği olarak alıcıya eşit koşullarda sunulmayan bu eserler, benzer platformlarda; ama apayrı kulvarlarda yarışmak zorunda kalıyor. İnternet yayıncılığınınsa böyle bir derdi yok… Onun derdi  çok ‘tıklanmak’. Çok tıklanan çok iyidir anlamına gelmiyor tabii, çok satan çok iyidir anlamına gelmediği gibi…


Bir de Türkiye’de henüz yaygınlaşmamış olsa da sesli kitap uygulaması var… Telefonuna on şarkı yerine bir kitap indirip onu dinleme imkanına da sahip artık gezegenimizin modern insanı…
İnternet, çokça deneyimlediğimiz üzere çeşitli kurumlarca kısıtlanmaya çalışılsa da, özgür bir alan. Sanat  üretimi ise, özgür bir zihne, özgür bir tekniğe, özgür bir platforma, kısacası özgürlüğe ihtiyaç duyuyor. Bu mantık denkleminin son ayağı olarak; sanat, ihtiyaç duyduğu özgürlük alanını internette  bulabilir… "Tüm kalıpları kırmaya, duyduğum ve düşündüğüm her şey için yeni bir var olma biçimi, yani yeni bir ifade biçimi bulmaya kendimi zorladım...” demiş Virginia Woolf…
İnternet çağında, orta çağda veya herhangi başka bir çağda, insan zihninde yarattığı sonsuz özgürlük alanıyla edebiyatı da, interneti de var eden yaratıcı beyinler, yeni biçimleri ve içerikleri kullanmayı bilecektir -mutlaka… 



20 Haziran 2011 Pazartesi

In Maiden We Trust!


Lafa nasıl gireyim bilmiyorum ama hala gerçekliğini tam algılayamadığım bir olay yaşandı, şöyle ki, Maiden gördük… Nasıl oldu ben de tam anlamadım ama 4 ay önceden biletini aldığım ve yıllardır beklediğim bu konsere 1 hafta kala tamamen şuursuzlaştım, konseri düşünemez, hatta yıllar yılı sektirmeden dinlediğim Maiden şarkılarını heyecandan dinleyemez oldum. O şuursuzluk içersinde yola çıktım sabah erkenden, bir şekilde buluştuk, tipik organizasyon sıkıntılarından biri olarak kapıda izdiham yaşadık, söylenen saatten 1 saat geç açıldı kapılar ama olsun demeye o kadar alıştık ki tepki bile veremiyoruz artık.

Ya da ben mesela tadım kaçsın istemiyorum çünkü organizasyona laf etmeye başlasam duramayacağım, boşuna sinirim bozulacak. Sadece şunu söyleyeyim, bir firma bütün bu süreçte kitleyi anca bu kadar güvensizleştirebilirdi, bravo, çok tebrik ediyorum.Neyse efendim, önemseyip laflarını bile etmek istemiyorum, sadece bunca güzel grubu izlememizi sağladıkları için teşekkür ediyorum, o var. Konser kısmına geçeyim:

Önce Mastodon çıktı sahneye. Çok tatlı adamlar, sahnede de çok iyiler. Hoşuma gitti, çok eğlenerek izledik zaten (halaylar olsun, danslar olsun). Şarkıları bilmeyen bir insan olarak tek şikayetim seri değişen ritimdi (tempo tutumamak) o kadarı da zaten beni ilgilendirmez. Sonuçta gayet güzeldi, çok beğendim.

Sırada In Flames vardı. En son yıl 2005, ben bir dinledim In Flames, o zamandan beri de anca dergilerde filan görüyordum işte çıkarlarsa. Sahne performansları çok güzeldi, adamlar da tek tek çok tatlılardı, ışıl ışıl insanlar ama ne yaparsın azıcık yabancı kalmışım müziklerine, keşke çalışıp gitseymişim, değermiş yani.

Ve ve ve sıra geldi bir efsaneye, sahneye Alice Cooper çıkıyor! Tartışmasız en komplike şov (Slipknot’ın davulcusunun havada attığı taklalardan bin kat daha güzeldi mesela). 60 dakikaya nasıl sığdırdı o şovu ve onca hiti bilmiyorum. Ama dede farkını her açıdan ortaya koydu, yeni şarkısını anons etmedi, sırtında new song yazan bir ceketle çıktı sahneye, sonra ceketi çıkarınca da gömleğim sırtında ‘I’ll Bite Your Face Off’ yazıyordu kan efektiyle (o da yeni şarkının adı oluyor). Ayrıca dedenin gitaristlerinden Tommy Henriksen da gönlümü çaldı, büyük sahne karizmasına sahip adam. Genel itibariyle Alice Dede’ye hayran kaldım. Ölmeden (ya da ehtiyar ölmeden) bir kez daha izlemeye and içerim.

1 saatlik Horror Show ve ardından yarım saatlik bir bekleyişin ardından Slipknot çıktı sahneye. Başından beri tehlikenin farkındaydık, pogo çıkacağı bariz bir şeydi ama bu kadar hayvanlık beni şaşırttı doğrusu… Yani bugüne kadar pogo yaptı diye kimseye sinirlendiğimi hatırlamıyorum ama kimsenin de beni ensemden tutup çöktürmeye hakkı yok afedersiniz. Bolca adam tırnaklamak ve yumruklamak durumunda kaldım.

Skiknot’la aramızda kimsenin anlamadığı bir aşk-nefret ilişkisi olduğundan, bizi çöktürürlerken çökmeyip palyaçoya hareket çektim (o da bana çekti sağolsun), sonra ‘jump the fuck up’ anonsuyla beraber de kimsenin zıplammadığı kadar canhıraş zıplayıp ortalığı dağıttım. Benim için çok eğlenceliydi, bilemeyeceğim…

Ayrıca çıkan ilk ve en büyük pogo sırasında gördüklerimi de (Eda’nın kafasının bir adamın sırtı ve bir kadının başı arasında sıkışması, Aynur’un suratı, “Mert ben düşüyorum” nidası, arkama yapışan kadın, ani bir darbe sırasında önümdeki yapış yapış terli adamın sırtına ağız burun yapışmam, pogo bittiğinde herkes normal dururken kendimi sahnele sırtı dönük vaziyette bulmam vs.) asla unutmayacağım, çok fazla güldüm.

2 numaraya (Paul Gray) sürekli gönderme yapmaları da hoştu. Son 15 dakikada fenalık getirdiysem tabi, oraları hatırlamıyorum.

Sonunda Ayovalı dostlarımız sahneden indi ve heyecanlı bekleyiş başladı. Kolay değil Maiden yahu! O sırada Aynur’u kaybettim ama sonuçta kendimi de kaybettiğimden çok önemi yok, mühim olan yürekler bir olsun. Şimdi nasıl anlatayım bilmiyorum intro (Doctor Doctor) girdiğinde neler hissettiğimi. Gayet histerik sesler çıkarıyordum o esnada, sonra Satellite 15 başladı, ağlamanın eşiğine geldiğim sırada( bir miktar ağlamış olabilirim, emin değilim :) ) önce Bruce olmak suretiyle tek tek silüetlerini gördüm bizim oğlanların.

Nasıl bir heyecan yaşadığımı tarif edemeyeceğim büyük ihtimalle, bir yandan Final Frontier’ın başını söylerken kah kah gülüyordum hepsine tek tek bakıp. Sahne önünün güzelliği, biraz geriye çekilmekle iyi yaptık ve gayet net izledik sahnede olan her şeyi. Benim için inanılmaz bir 2 saatti..
Hep söylüyorum, dinlediğim en güzel şarkılar, en en iyi sahne şovu demiyorum ama şahit olduğum en özel, en farklı şeydi bu. Her hareketleri, ezbere bildiğim her şey, küçük Eddie’yle Janick’in dövüşü, büyük Eddie, Number of the Beast şeytanı, her şarkıda değişen arka plan… Her şey heyecanlandırdı beni. Çok yüksek olan beklentimin çok üstünde geri dönüş aldım. Kitle de beklediğimden 10 kat iyiydi.

Bruce yine çooo..ok tatlıydı. Blood Brothers öncesi konuşmasındaki Jedi göndermesi şahaneydi. “Bir dahaki gelişimizde bundan iki kat büyük bir yere ihtiyacımız olacak, böyle bir yere bir kez daha gelmemek mümkün değil” dedi. Bu arada, “Scream for me İstanbul!” çağrısını yıllardır bekleyen kitle nasıl bir dolmuşsa artık, öyle bir ses çıktı ki kimse inanamadı. Seyirci de şaşırdı, grup da… Bruce’un tüm anonsları çok şekerdi(adamın tabiatı şeker, tatlılık muskası gibi bir şey)

Steve Baba her tarafa koştu, zıplayınca biz de zıpladık, el çırpınca biz de çırptık, tamamen teslim olduk kendisine.

Nicko Amca çattır çatır çaldı sonra da ünlü “höööööööyt” nidasıyla selamladı bizi.

Adrian aşırı cooldu ama normalden hareketli bir performans sergiledi. Neticede Mistır Edrıyın Simit’in de hastasıyım, ağzındaki yarı alaycı ifade bile yeter zaten.

Dave’in o pembe yanaklarını ısırmak suretiyle koparmak istiyorum. Dünya tatlısı, mütevazı, kız güzeli gibi adam. Adı anons edilirken bile arka planda kalmaya çalışıyor resmen.

Janick yine çok hareketliydi. Şaka maka karizmatik de kerata, izletiyor kendisini. Gitarıyla çok şebeklik yapıyor. Akrobatik hareketler konusunda uzman bir kişi. Konser boyu tüm elemanlar gibi Janick’i de kitlenerek uzun süre izledim ve tekrar karar verdim onu da çok sevdiğime.

Genel olarak Maiden’ı evladımın yıl sonu müsameresini izler gibi izledim ve çok çok çok mutlu ayrıldım alandan. Bu 2 saat çok iyiydi ama kesinlikle yetmedi, doyamadım( kolay kolay da doyamayacağım sanırım) yine isterim, yine isterim, hep isterim…

Maiden konseri bugüne kadar en çok dans ettiğim, en çok zıpladığım, tam anlamıyla çılgın atmaktan geri durmadığım konser oldu.

Neticede önce ekmek bitti deyip köfteyi bardakta, 1 saat sonra köfte bitti deyip ekmeği köftesiz satıp, bu saçma menülerden 7.50 tl alacak kadar tıynetsiz bir organizasyonun tüm saçmalıklarına rağmen rahatlıkla söylüyorum, canımsın Ayrın Meydın! Resmen canımdan parçasın bunu da bil yani, iyi günler…

Up The Irons! diyorum en içten dileklerimle…